23 Şubat 2017 Perşembe

Semerkant Havzası ve Osmanlı İmparatorluğu


Timur İmparatorluğu'nun 4. sultanı ve Türk Matematikçi ve astronomi bilgini Uluğ Bey'in 1449 yılında öldürülmesi üzerine Timur İmparatorluğu dağılır; ilim adamları Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan'a dağılırlar. 

Hindistan'da böylece Babür İmparatorluğu teşkil edilir. 

Osmanlı İmparatorluğu da 450 yıl boyunca Semerkant'tan edindiği ilim gücü ile ayakta kalır.


Kaynak: Medeniyet Okumaları, Semerkent Havzası; 23.02.2017, Prof İhsan Fazlıoğlu   


Medeniyet Okumaları’nın Dokuzuncu Dersinde, “Semerkand Havzası: Kişiler ve Eserler” Konu Edildi

 08.03.2017
İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 23 Şubat Perşembe günü gerçekleştirilen dokuzuncu dersinde, “Semerkand Havzası: Kişiler ve Eserler” konu edildi. İhsan Fazlıoğlu, İslâm medeniyetinin ilim ambarı olarak tanımladığı Semerkand havzasını anlatmaya başlamadan önce toplumlarda toplumsal yer/makam/saygınlık (statü) edinme araçlarına dikkat çekti. Söz konusu statünün, siyasî yahut askerî bürokrasiye dâhil olmak, ticarî hayatın içinde varlık göstermek gibi yollarla sağlanabileceğini; bu alanların sağlayacağı faydadan pay alamayan kesimin ise tıp ve ilim hayatına katkı sağlama yoluna yöneldiğini vurguladı ve İslam medeniyetinde ilimle uğraşanların bir çoğunun Arapça konuşmayan (Acem) ya da gayr-i Müslim olmasının nedeni de bu yönelimle açıkladı.
Semerkand’ın Persler tarafından askerî faaliyetleri yürütmek amacıyla karakol olarak kurulduğunu belirten Fazlıoğlu, Semer ve Soğd dilinde “şehir/kent” anlamına gelen 'kand' sözcüklerinin birleşmesiyle meydana gelen Semerkand’ın "Semer’in şehri" anlamına geldiğini aktardı. Şehrin en önemli coğrafî özelliğinin nehirler arasında kurulması olduğunu ifade eden Fazlıoğlu, suyu ve yeşili bol bu verimli toprakların "Orta Asya’nın Cenneti" olarak adlandırıldığına dikkat çekti. Semerkand’ta Aryan bir kavim olan Soğdlar ile Saka Türklerinin yaşadığını ve yaygın olarak Soğd dilinin kullanıldığını bildirdi. Tarihi boyunca muhtelif devletler tarafından yönetilen Semerkand’ın M.S. 562’de Göktürkler tarafından ele geçirildiğini aktaran Fazlıoğlu, Türklerin o döneme dek uluslararası bir sistemin parçası olmadığını, dünyayı ve ticareti iyi bilen Soğdlu tüccarlar sayesinde sözü edilen uluslararası sisteme dâhil olunduğunu belirtti. Dünyanın en büyük tacir kavimlerinden biri olan Soğdluların yaklaşık üç yüz yıl Çin’den Bizans’a kadar olan bölgeyi kontrol altında tuttuğuna dikkat çekti. 
Kavşak şehir olma özelliği taşıyan Semerkand’ın 680’li yıllarda Emevîler tarafından fethedildiğini, zalim bir komutan olan Emevî valisi Kuteybe bin Müslim’in şehri bir fetih üssü haline getirdiğini ve Orta Asya’yı buradan idare ettiğini belirtti. Kuteybe bin Müslim’den sonra Halife Ömer bin Abdülaziz’in âdil yönetimiyle bu coğrafyayı Müslümanlaştırdığına dikkat çekti. 701-738 arası dönemde yeniden savaş alanına dönen Semerkand’ın Türgişler tarafından ele geçirildiğini ve amansız bir komutan olan Su-lu Han’ın Müslüman Araplara en büyük yenilgileri tattırdığını ekledi. 
Abbasîler devrinde 819 yılında Nuh bin Esed’in idaresine verilen Semerkand’ın, İranî bir kavim olan Sâmânîlerin kurulmasıyla birlikte "Birinci Havza" olma dönemini yaşadığını, söz konusu dönemin dinî ilimler bakımından kurucu ve etkili isimlerin yetiştiği dönem olduğunu vurguladı. 
Hanefî ve Mâturîdîliğin bu coğrafyada ve bu şehirde kurulduğunu ve geliştiğini belirten Fazlıoğlu, tarih boyunca çok sayıda âlimin yetiştiği Semerkand’ta Necmeddin Nesefî, Ebû’l-Leys Semerkandî, Hafız Ebû’l-Leys Semerkandî, Alaâddin Semerkandî gibi fakih, müfessir, sûfî ve kelamcılardan söz etti ve sadece el-Kand fî zikr ulemâ el-Semerkand adlı eserinde Necmeddin Nesefî'nin 1000'den fazla Semerkantlı âlimin hayat hikayesini verdiğini ekledi... 
Tarihî süreçte yetişen en önemli âlimlerden biri olan ve XIV. yüzyılın ilk yarısında ölen Şemseddin Semerkandî’nin mantık (Kıstâs el-efkâr ve Şerh'i), kelam (el-Sehâif el-İlâhiyye ve el-Meârif fî şerh el-sehâif), felsefe (Beşâret el-İşârât), matematik (Eşkâl el-te'sîs) ve astronomi (el-Tezkire fî ilm el-hey'e ve Şerh tahrîr el-Macestî) gibi alanlarda birinci sınıf eserler kaleme aldığını; ayrıca tümel tartışma metodolojisini (âdâb el-bahs ve el-munâzara) geliştirdiğini; tüm bunlara ek olarak Semerkandî’nin hem maddeyi (Evren); hem de manayı (bilinç) birlikte ele alan ve aynı zamanda bu konuda yazdığı eserin de adı olan İlm el-âfâk ve el-enfûs adıyla birleştirilmiş yeni bir ilim dalı kurduğunu sözlerine ekledi.
1052’ye dek Batı Karahanlılar’a başkentlik eden şehrin 1089 tarihinde Selçukluların ve Harzemşâhların elinde kaldığını, daha sonra ise Cengiz Han tarafından tarumar edildiğini aktardı. İbn Batûta’nın Seyahatname’sinde şehrin 1350’deki vaziyeti için harabe ifadesini kullandığını belirtti. 1370-1500 yılları arasında şehre hâkim olan Timurlular döneminde Semerkand’ın yeniden başkent olduğunu ve görkemli bir biçimde inşa edildiğini; İslâm medeniyetinin en büyük mimarî koleksiyonlarından birinin burada kurulduğunu bildirdi. Şehre gelen bir İspanyol elçinin Semerkand için “abidevî” bir şehir ifadesini kullandığını da sözlerine ekledi. 1500’lerde Özbeklerin eline geçen Semerkand’ın, Özbek başkentinin Buhara olması hasebiyle ihmal edildiğini; şehri 1868’de işgal eden Rusların 1871’de Semerkand’ın batısına yeni bir şehir kurduklarını aktardı. Bir açık hava müzesi olarak adlandırılabilecek şehrin halen Özbekistan’ın en önemli tarım bölgesini oluşturduğunu belirtti.
Semerkand’ın bir kültür havzası olarak önemine gelindiğindeyse, yukarıda işaret edildiği üzere ilk Hanefî-Mâturîdî kelam, usûl, dil ve tefsir metinlerinin bu coğrafyada Semerkandlı âlimler tarafından yazıldığını; şehrin bilhassa Timurlular döneminde "İkinci Havza" dönemini yaşadığını vurguladı. Timurîlerin ilk önemli faaliyetinin 'Türkçeleştirme' olduğunu belirten Fazlıoğlu, söz konusu faaliyetin etnik değil dilsel bir sâikle hayata geçirildiğini ifade etti. Bu dönemde Çağataycanın edebî dil ve konuşma dili olarak yükseldiğini, bilhassa Ali Şîr Nevâî’nin klâsik Türkçenin oluşmasında önemli bir rol üstlendiğini; Nevâî’nin hala Orta Asya Türkçesinin sembol ismi olduğunu belirtti. 
Timurluların ikinci faaliyetinin ise 'yerleşme' olduğunu söyleyen Fazlıoğlu, o zaman kadar hâla göçebe kimliklerini koruyan Türk boylarının yerleşmesini ve tarıma geçmesini sağlayan Timurluların bu bağlamda Türk kimliğinin bölgede kök salmasına da öncülük ettiğini vurguladı. 
Timurluların üçüncü faaliyeti olan ve 'kurumsallaşma' olarak da adlandırabileceğimiz imar faaliyetinin yalnızca yerleşik hayatın gerektirdiği kurumları kurmak anlamına gelmediğinin, aynı zamanda estetik ve kültürel değerlerin, kimliğimizin, anlam-değer dünyamızın işlenmesini de ifade ettiğinin altını çizdi. 
Mimarînin bu bağlamda kurumsallaşmanın yalnızca bir yönünü temsil ettiği üzerinde durdu. Timurîler döneminde İslâm sanatının zirve dönemini yaşadığını anlatan Fazlıoğlu, özellikle başşehir Herat'da devlet eliyle sanat faaliyetinin yapıldığı bir dönem yaşandığını, bilhassa Şahruh'un oğlu ve Uluğ Bey'in kardeşi Baysungur zamanında sanatçıların maddî olarak desteklendiğini belirtti. Osmanlı, Hindistan ve Mısır'daki İslâm sanatının burada üretilen sanat anlayışından etkilendiğini; müzik, hat, ebru, tehzîb gibi klasik sanatlarda Sungurî denilen sanatkârlar sayesinde yine Sungurî denilen bir geleneğin inşa edilmesine öncülük ettiklerine dikkat çekti. 
Fazlıoğlu,Timur’un son olarak medreselerde entelektüel bir yapı kurmaya çalıştığını, sanatçıları ve ilim adamlarını Semerkand’a zorla getirdiğini ifade etti.
İhsan Fazlıoğlu, Timurîlerin felsefe ve bilim tarihi açısından önemini Semerkand’ta, Gazalî'den itibaren gelişmeye başlayan, özellikle Fahreddin Râzî ve takipçilerinin formüle ettikleri "perspektif realizmini' uygulamalarında yattığına işaret etti. 
Merv, Merağa, Tebriz, Bursa gibi kültür havzalarına ait birikimin Semerkand’ta yetişen şahsiyetler, okutulan ve telif edilen eserler üzerinde etkili olduğunu belirtti. 
Semerkand okulunun, hakikatin çok anlamlılığını, tek yani doktriner değil, çoklu bakış açısıyla yani perspektif yaklaşımıyla anlamaya çalışan, her bir yöntemin hakikatin bir vechesini idrak edebileceği fikrini sunan, kısaca perspektif realizmini sofistike bir biçimde geliştirdiğini, söz konusu anlayışı özellikle matematiksel ve dilsel yöntemler bakımından zenginleştirdiğini aktardı. 
Hakikatin idrakinde dilin fonksiyonunu anlamaya çalışan, gerçekliğin dilsel sınırlarını sorgulayan, hatta hakikatin dil tarafından inşa edilip edilmediği sorusunu soran ve kelâmî, matematiksel ve dilsel yöntemlerin yanında hurufî yöntemi de geliştiren zihniyetin burada yaratıldığını vurguladı. 
Sünnî dünyada dil bilimi, dil felsefesi denilen alanı belirleyen Teftâzânî’nin söz konusu yapıları ele aldığını ve Sekkâkî ile Kazvînî geleneğini geliştirdiğini belirten Fazlıoğlu, Ebû’l-Kâsım Semerkandî’nin de hakikat, mecaz, istîâre, kinâye gibi kavramlar üzerine metinler kaleme aldığını ve XIV. yüzyılda Adududdin Îcî tarafından tahrir edilen rasyonel dil teorisi üzerine, Seyyid Şerîf, Alaâddin Semerkandî ve Ali Kuşçu gibi filozofların çalıştıklarını ifade etti. Aynı dönemde Bergamalı Kâfiyecî'nin de Mısır'da benzer konuları ele aldığını dile getirdi.
Fazlıoğlu ayrıca, ilk defa bir rasathanenin araştırmalarını büyük oranda kelam ilminin ilkelerine göre yürüttüğünü, iki önemli kelam metninin (Seyyid Şerif'in Şerh el-mevâkıf ve Ali Kuşçu'nun Şerh el-tecrîd) bu havzada yazıldığına ve kaleme alınan diğer ilim eserlerinin de sözü edilen kelamî zemin üzerinde kurulduğuna dikkat çekti. 
Dil felsefesiyle uğraşan, irfan-dil ilişkisinin ne olduğunu soran ve vahdet-i vücut kavramını ilk kullanan kişi olan Molla Câmî’nin, Durret el-fâhire adlı eseri ile farklı perspektifleri mukâyese ettiğini belirtti. Seyyid Şerif ve Ali Kuşçu matematik nesnelerin ontolojisi ise bu nesneler üzerine kurulan yargıların epistemolojik değeri üzerinde durduğunu ve matematik ile doğa ilişkisi hakkında çalıştıklarını kaydetti. 
Perspektif realizmi ile dile getirilen diğer yöntemlerin hakikatte idrakte yetersiz gören âlimlerin, özellikle Sâinuddin Torke'nin hurufîlik yöntemine başvurduklarını da belirtti.
Semerkand matematik-astronomi okulunda Uluğ Bey, Kâdîzâde Rûmî, Cemşîd Kâşî, Fethullah Şirvânî, Muînuddin Kâşânî, Mansûr Kâşânî, Ali Kuşçu, Abdulalî Bircendî ve Hasan Dihlevî gibi pek çok ismin aktif olduğunu, hisab, cebir, hendese, astronomi başta olmak üzere matematik bilimlerinde pek çok eser [Zîc-i Uluğ BeyMiftâh el-hussâbŞerh el-mulahhas fi ilm el-hey'eŞerh eşkâl el-te'sîsel-Muhammediyye fî ilm el-hisâbel-Fethiyye fî ilm el-hey'eŞerh el-tezkire(Şirvânî ve Bircendî), vb...] üretildiğini belirtti. Aynı zamanda Abdülkâdir Merâğî ve okulun da bir musîkî geleneği yarattığına işaret etti.
Teftâzânî’nin temsilciliğinde yürütülen dil ve kelam ile Kâdîzâde Rûmî temsilciliğinde yürütülen matematik ve kelamın Semerkand’ı zihniyet bakımından ikircikli bir yapıya dönüştürdüğünü; dilci, kelamcı, astronom ve matematikçi Seyyid Şerif’in ise bu iki yapıyı terkip ettiğine; bu terkibin de Ali Kuşçu başta olmak üzere Semerkand matematik-astronomu okulu mensuplarınca İstanbul'a taşındığına dikkat çekti.
1449’da Uluğ Bey’in ölümüyle birlikte iç-savaşa sürüklenen Timur İmparatorluğu’ndan kaçarak sükûnet arayan âlimlerin, Hindistan yanında büyük çoğunluğunun İstanbul’a geldiğini, böylelikle Semerkand matematik-okulunun zihniyetinin mahallî kalmaktan kurtularak küreselleştiğini belirterek sözlerine son verdi.
- See more at: http://www.medeniyet.edu.tr/tr/haberler/medeniyet-okumalarinin-dokuzuncu-dersinde-semerkand-havzasi-kisiler-ve-eserler-konu-edildi#sthash.ca3DRXGY.dpuf


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder